23 Mart 2007 Cuma

Bu sabah, ben de güllerimi budadım...




Yaşlı bir bahçıvan tanımıştım. Bana dostundan sözederdi. Yaşam kendilerini ayırmadan önce, uzun zaman kardeşçe yaşamışlardı, akşam çayını birlikte içmişler, aynı bayramları kutlamışlar, bir akıl sormak için, içlerini dökmek için hep birbirlerini aramışlardı. Birbirlerine söyleyecek fazla bir şeyleri yoktu elbette, işlerini bitirdikten sonra, tek sözcük konuşmadan, çiçeklere, bahçelere, gökyüzüne ve ağaçlara bakarak dolaştıkları görülürdü daha çok. Ama biri parmağıyla bir bitkiyi yoklayıp da başını salladı mı öteki de eğilir, o da tırtılların izini tanıyarak başını sallardı. Ve güzel açılmış çiçekler her ikisine de aynı hazzı verirdi.
Günün birinde bir bezirgan içlerinden birini yanına aldı, birkaç haftalığına kervanına kattı onu. Ama kervan soyguncuları, sonra yaşamın raslantıları, imparatorluklar arasındaki savaşlar, fırtınalar, deniz kazaları, yıkımlar, yaslar, yaşamak için bir iş bulma zorunluluğu, yıllar boyunca denizde bir fıçı gibi sürükledi adamı, dünyanın ta öbür ucuna dek bahçeden bahçeye atıp durdu.
Derken bahçıvanım sessizlik içinde geçen bir yaşlılıktan sonra, dostundan bir mektup aldı.




Mektup kaç yıl süresince deniz yolculuğu yapmıştı, Tanrı bilir! Hangi posta arabaları, hangi atlılar, hangi gemiler, hangi kervanlar birbiri ardından, sayısız deniz dalgalarının inadıyla, onun bahçesine doğru yol almışlardı, Tanrı bilir! O sabah, mutlulukla ışıldadığı, mutluluğunu benimle de paylaşmak istediği için, bir şiir okumamı rica edercesine, mektubu okumamı rica etti benden. Ve yüzümde okumamın coşkunluğunu arıyordu. Ve mektupta topu topu birkaç sözcük vardı, çünkü iki bahçıvan toprak bellemede gösterdikleri ustalığı yazıda pek gösteremiyorlardı. Ve şunu okudum yalnız: “Bu sabah, güllerimi budadım”. Sonra, sözcüklere dökülmesi bana olanaksız gibi gelen öz üzerinde düşünürken, onların yapacakları gibi, başımı salladım.
İşte rahat nedir, bilmez oldu benim bahçıvan. Coğrafya konusunda, deniz seferleri, postalar, kervanlar, imparatorluklar arasındaki savaşlar konusunda sorular yağdırıyordu durmadan. Üç yıl sonra, dünyanın öbür ucuna bir elçi yollayacağım mutlu gün geldi. Bahçıvanımı çağırdım: “Dostuna mektup yazabilirsin” dedim. Ağaçlarım da, bostandaki sebzeler de biraz acısını çektiler bu işin, tırtıllar bayram ettiler, çünkü günlerini evinde yazıp çizmekle, aynı şeye durmamacasına yeniden başlamakla geçiriyor, ödevini hazırlayan bir çocuk gibi dilini çıkararak çalışıyordu, öyle ya, içinde söylenmesi zorunlu bir şey bulunduğunu biliyor, bunu gerçekliği içinde, bütünüyle ulaştırmak istiyordu dostuna. Uçurum üzerinde kendi köprüsünü kurması, uzam ve zaman içinden öbür yarısına erişmesi gerekiyordu. Aşkını söylemesi gerekiyordu. En sonunda, kıpkırmızı bir yüzle geldi, yüzümde bu kez de alıcıyı aydınlatacak sevinç yansımasını görmek, böylece söylediklerinin gücünü üzerimde denemek üzere, hazırladığı yanıtı sundu bana. Ve (onun için tanrılarını çiçeklendirmek ereğiyle, iğne işlerinde gözlerini yıpratan yaşlı kadınlar gibi, her şeyden önce kendisinde değişildiği şey önem taşıdığına göre, bildireceği daha önemli bir şey yoktu) acemi ve özenli yazısıyla, dostuna söylediğini okudum, basit sözcüklerden oluşmuş, ama inanç dolu bir dua gibiydi: “Bu sabah, ben de güllerimi budadım…” Okuduktan sonra sustum, öz üzerinde düşündüm, şimdi bu öz daha açık görünüyordu bana, farkında değillerdi ama güller üzerinden gelip sende birleşiyorlar, seni kutluyorlardı Tanrım..

SİYAH GÖZLERİNE BENİ DE GÖTÜR



Daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yağamıyorum
yeni bir koşunun başlangıcında
biraz deprem sonrası
biraz şehir hülyası
bir kalp yangınından geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artık bu yerlere sığamıyorum.

Pembe uçurtmalar yolladığından beri
sarardı tiryaki menekşeleri
sonbaharın tozlu kafeslerinde
sevgi turnaları yakalıyorum
turnalar gidiyor;ben kalıyorum
avareyim,asudeyim,yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
Erzurum garında banklar üstünde
uyku tutmuyor karanlıkları
yitik düşlerimi kovalıyorum
gölgeler gidiyor;ben kalıyorum.

Binbir türlü kokuyorsa yaylalar
siyah gözlerine beni de götür
baharın koynundan koparıp sana
ipek bir mendile sardığım yüreğimle
şehzade gülleri gönderiyorum
umutlar kalıyor;ben gidiyorum.

Bütün yelkenlileri,deniz fenerlerini
kaptanları sorgulayan
yanından geçen küheylanların
korku tufanına yakalandığı
siyah gözlerine beni de götür
güneş ülkesinden gelen yiğitler
benzeri olmayan bir dünya kursun
cellat,ayrılığın boynunu vursun.

Usul usul intizarı çürüten
bu hercai diken,bu çılgın arzu
sürüklüyor imkansız muştuların
eşiğine gönül vadilerini
bir ağaçtan düşen yapraklar gibi
düşüyorum tanyerine
ya topla yaralı kırlangıçları
ya da bu vefasız şarkıyı bitir
özgürlüğe giden tutsaklar gibi
siyah gözlerine beni de götür.
Nurullah Genç

ALİ MUNZUR


Açıldı ömrümün haritası
Bir omzu düşük ağır delikanlı
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı
Sağ yanım bıçak yarası sol yanım hicran
Ve emanet kalmıştır bir köylü kızında kalbimin yarası
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı

Benim ömrümde, bir kırlangıç ağıdı vardır bildiğim
Benim ömrümde, tel örgüler kuşluk ayazında
Kör karanlık yağlı kurşun
Birde yanık türküsü anamın
Her biri bir başka seherinde güz dönümümün
Vurup gitmiştir sessizce oğulları
Şu gurbet denen şu belalı buğ yılanı, şu bilinmez sefere

Benim ömrümde, bir ırmak vardır
Durup önünde taş yüzdürdüğümüz ak köpüklerinde
Sesine sesimizi kattığımız
Ve anamızın patiskadan biçtiği uzun donlarımızla
Bir turna balığına gençliğimizi sattığımız
Aylandığımız,
adamdan sayılıp delikanlı halaylarına karıştığımız
Yıldızların altında, dam bacalarında aşık attığımız

Benim ömrümde, yarı çıplak popil delikanlısı ortalığın
yağmurların sevdalısı ve parlayan yusuftutan kuşları
Benim ömrümde, mor menekşe
Yediveren gülleri ve böğürtlen
Birde sen!
İçime işleyen ah sen!
Ondokuz yaşımın
Ve ırmağımın
Ve toprağımın hakkına birde sen! ..
Bulutlarıma kına yaktığım sebebin
Namerd olayım sevmedim hiç kimseyi böyle bu kadar! ..
Ya da sevemedim
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı
Sağ yanım bıçak yarası sol yanım hicran
Ve emanet kalmıştır bir köylü kızında kalbimin yarası

Bu da bir gurbettir yıkar adamı içine
Bu da bir rivayettir, on iki yıl bilmem kaç bin gece
Bir türkü sesinde..
Dumanlı dağları duman kaplamış
Yine mi gurbetten kara haber var?
Seher vakti bu yerlerde kimler ağlamış?
Çimenler üstünde gözyaşları var..
Benim ömrümde..

Şimdi vur, vur içine onca talanı
Onca sevdayı vur, vur Ali Munzur
Bu sol yandaki hicran yarası öyle çok ki..
Benim ömrümde çiçeğin bozamadığı
Karanlığın düşemediği yüzüm
Bana mahsus kor ayazda üşüdüğüm
Hercanın yeşili, Cemilin üzüm gözlü güzeli
Ve hüzün yaprağını dökende dut ağacın
Kalbime bir gül dikeni, fikrime sevda batanda.
Kemahın istasyonuna doğu expresi demir atanda
Murat suyu Fırata karışır üç gün üç gece kan akanda
Ben belki bin gece sayanda gurbet akşamlarında yıldızları
Emanetime iyi bakasın köylü kızı
O elinde tuttuğun kanayan şey Ali Munzurun kalbinin yarası

Benim ömrümde, yarı çıplak popil delikanlısı ortalığın
Yağmurların sevdalısı
Ve parlayan yusuftutan kuşları
Benim ömrümde, mor menekşe
Yediveren gülleri ve böğürtlen
Birde sen!
İçime işleyen ah sen!
Ondokuz yaşımın ve ırmağımın ve toprağımın hakkına
Birde sen!
Bulutlarıma kına yaktığım sebebin
Namerd olayım sevmedim, hiç kimseyi böyle bu kadar
Ya da sevemedim.
Ey Ali Munzur, ey dağların kartalı
Sağ yanım bıçak yarası sol yanım hicran
Ve emanet kalmıştır bir köylü kızında kalbimin yarası
Açıldı ömrümün haritası..

MONA ROZA




Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller

Sezai Karakoç

AYŞE, SANA!

Saklıyor içinde yüzen hayali
Ne zaman gözlerin yaşlansa, Ayşe!
Diyemem boynuna olsun vebali
Sevdiğin o güzel çobansa, Ayşe!

Gönlünü yorarak bütün bütüne
Benzedin sararmış yaban gülüne.
Güvenme sana ant içtiği güne,
Ya bütün sözleri yalansa, Ayşe?

Canına karışmak istiyor canı
Kim görse bu güneş başlı çobanı.
Gün yüzlü Zeynep’in çekildi kanı,
Gözyaşı döküyor Kezban’sa, Ayşe!

Çobanın bir kızıl yele saçları,
Ateştir, alınmaz ele saçları,
Ah hele saçları, hele saçları...
Yakar parmağına dolansa, Ayşe!

Ayşe, kaç çobandan, tehlikelidir,
Kendine ateşe atan delidir.
Kuşlara emniyet etmemelidir.
Buluştuğumuz yer ormansa, Ayşe!

O ne, birdenbire karşımda soldun
Bir anda boşaldın bir anda doldun?
Yoksa, dün çocukken, ana mı oldun?
Yanarım kederin bundansa, Ayşe!